![]()
Mehmet Emin SOFUOĞLU
m.eminsofuoglu@hotmail.com
TASAVVUF ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER
31/08/2010 TASAVVUF ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER Mehmet Emin SOFUOĞLU Tasavvufta ise, metot önemlidir, aktiflik esastır. Seyr-i sülûk bir mürşidin nezaretinde başlayıp devam eder. Mürşit merkezli bir yapılanma esas olduğundan silsile mevcuttur. Şeyhin belirlediği esaslar doğrultusunda yapılması gereken evrâd u ezkâr vardır; insanlar intisapla bu dünyaya girebilir ve şeyh, zikir ve riyazet gibi unsurlarla makamları aşabilirler. Tasavvufta herkesin yerinin belli olduğu piramide benzer bir yapılanma vardır. Sûfilerin varabilecekleri en son nokta Hakka’l-yakîn derecesidir.Kaynağı Kur’an ve hadis olmakla birlikte, bu iki kaynakta da geçmeyen Tasavvuf kelimesinin hangi kökten türemiş olduğu hususunda, araştırmacılar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesinin, saflık, duruluk, berraklık anlamına gelen “savf” kökünden, “Benû Sûfe” kabilesinden, “suffe” ashabından, bir çöl bitkisi olan “sûfane”den, Yunanca hikmet anlamına gelen “sophia”dan ve yün anlamına gelen Arapça “suf” kökünden türediği ileri sürülmüştür. Bu konudaki genel kanı, kelimenin en son ifade ettiğimiz yün anlamındaki “suf” kökünden türediğidir. Peygamberlerin ve zühd ehlinin, kibir, gurur ve bencilliğin belirtisi sayılan ipek elbiseler yerine, ekseriyetle yünden yapılmış elbiseler giymeleri, zühd ve takva belirtisi olarak değerlendirilmiştir. Bu anlayış, tâbiûn ve onları takip eden kuşaklar tarafından da devam ettirilmiştir. Tasavvuf, dinimizin özü, iliği ve gerçek anlamı olan ''İnsan-ı Kâmil olmanın'' yolu ve yöntemidir. Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmaya veya ondan daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya karşı tavır ortaya koymaya İslam tasavvufunda zühd denilmektedir. Bazı sûfiler zühdü, lüzumlu olanı, dünyayı ve parayı terk etmek; elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması; azlık, halvet ve açlık olarak ifade etmişlerdir. Zühd, tasavvufun temelidir, ibadet ise zühdün tabii bir sonucudur. İbadetlerin amacı, nefsi disiplin altına alarak Allah’a yaklaşmaktır. Tasavvuf ile zühd arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir. Zühdde korku, tasavvufta aşk unsurunun ağır bastığı görülür. Aşkın önemini göstermesi açısından Schimmel’in de örnek olarak verdiği, efendisi tarafından âzâd edilmiş bir köle olan Râbia Hatun’un hikâyesi dikkat çekicidir: Bir elinde meşale ve diğer elinde ibrikle Basra sokaklarında yürüyen Râbia’ya bu davranışının hikmeti sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: “Cenneti ateşe vermek, cehenneme ise bir son vermek için bu haldeyim. Böylece engeller ortadan kalktığında, Allah’a kimin aşkla, kimin cennet kaygısıyla ibadet ettiği görülecektir.”Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde insanlar, büyük ölçüde âyet ve hadislerin de tesiriyle zühd hayatına yönelmişti. Burada, Kur’ân’ın Mekkî ve Medenî âyetlerini ve bunların önemini belirtmek yararlı olacaktır. Mekkî âyetler, genellikle iman hakikatlerine yönelik konuları dile getirmekte ve İslâmî zühd hayatının da temelini oluşturmaktadır. Bu dönemlerdeki Peygamber ve sahabe hayatı, bu yaşamın iskeletini oluşturmuştur. Hicretle birlikte Medine’ye yerleşen Müslümanlar, artık biraz daha toplumsal hayatın içine çekilmeye başlanmış ve Kur’ân’ın Medenî âyetleri de bu sosyal düzenin oluşmasında en önemli unsur olmuştur. Ancak Medine’de bir İslam devletinin şekillenmeye başlamasıyla birlikte, daha Hz. Peygamber döneminde insanların kısmen zühd hayatından koparak dünya nimetlerine temâyül göstermeye başlamaları da dikkatlerden kaçmayan bir husustur. Dört halife dönemi ve özellikle de Emevîler’den itibaren bu tür yaşam biçiminin giderek rağbet edilen bir mahiyet aldığı görülmektedir.İlk tarîkatın ortaya çıktığı 12. (H. 6.) yüzyıla kadar olan dönem, tasavvufî düşüncenin doğup geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf, geniş ölçüde pratiklere dayanan, teorilere fazla yer vermeyen, basit fakat derin, sade ve anlamlı bir mânevî hayat tarzı olarak değerlendirilebilir. 12. yüzyıldan sonra ise Tarîkatlar dönemi başlamaktadır. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi zühd döneminin ünlü sûfilerinin ortaya koyduğu anlayışın, bu dönemde Gazâlî tarafından sistemleştirildiğini görüyoruz. Gazâlî’nin, fikrî hayatının oluşmasında üç önemli unsur etkili olmuştur. Bunlar, filozofları küfürle, Bâtınîliği delâlet ve sapıklıkla itham etme ve fukaha ve kelamcıları da mistik unsurlara yer vermemeleri sebebiyle eleştirmesidir. Gazâlî, mezhep çekişmelerinin yaşandığı bir ortamda, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terkibiyle sünnî sûfiliği sistemleştirmeye çalışan bir deha olarak görülmüştür Sözlükte yol anlamına gelen tarîkat, tasavvufî mânâda Allah’a ulaşmak için tutulan ve bir takım kuralları ve âyinleri bulunan yol demektir. Sûfiler tasavvufun ilm-i hâl, diğer ilimlerin ise ilm-i kâl olduğu belirtirler. İlm-i kâl, zâhir bilgisi olup akla ve nakle dayanmaktadır. İlm-i hâl ise bâtın bilgisi olup çalışmakla elde edilemeyen, kalbe gelen bilgiyi ifade eder. Sûfiler bu açıdan tasavvufun kaynaklarından olan Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada te’vil metodunu kullanmakta ve kendilerini ancak hâl ehli olan ve ilm-i ledün sahibi kişilerin anlayabileceklerini belirtmektedirler. Tasavvuf yapısı içinde yer alan tarîkatların kendilerine mahsus bir takım âdâb ve erkânı vardır. Kılık kıyafet, şeyhe intisap, taç ve hırka gibi. Bununla birlikte tarîkatların bazı ortak yönleri de bulunmaktadır. Bütün tarîkatların temel unsuru zikirdir. Zikir, Allah’ın isimlerini ve belirli duaları çeşitli zamanlarda, belirli miktarlarda sesli ya da sessiz söylemek, tekrar etmektir. Mevlevîlerde sema’ olarak adlandırılan zikrin ilk telkinini Hz. Peygamber (sav)’ in yaptığına inanılmaktadır. Diğer bir özellik ise, seyr-i sülûk ve nefis terbiyesidir. Seyr-i sülûk, müridin dervişliğe başlayışından sevgiliye kavuşana, vuslata erene, tasavvufi yolculuğunu tamamlayana kadar yapmış olduğu kalbî ve manevî yolculuğun adıdır. Mânen seyreden derviş, seyr ilallah (kalp makamına ulaşması), seyr fillah (ilm-i ledüne ulaşması), seyr ma’allah (veliliğin sonuna ulaşması) ve seyr anillah (irşat için tekrar halkın arasına dönmesi) aşamalarından geçer. Bu süreçte mürşid, müridini nefis ve ruh yolu ile terbiye etmektedir. Seyr-i sülûkun bir özelliği de çile dönemidir. Müridin, üç ile bin gün arasında değişen zamanda, şeyhinin kontrolünde sakin bir yere çekilip zikir ile meşgul olması esasına dayanmaktadır. Hicret veya seyahat de seyr-i sülûkun özelliklerindendir. Maddî âlemden, ruhlar âlemine yolculuğu ifade eden hicret, vücudun ve kalbin seyahatini içerir.Seyr-i urûc ile ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn aşamalarına gelen sâlik, seyr-i nüzûl ile insanlığa hizmet için tekrar başladığı noktaya gelir ve böylece seyr-i sülûkunu tamamlamış olur. Seyr-i sülûk ile maksat sevgiliye, Allah’a kavuşmadır. Sevgiliden ayrı kalan âşığın, Cüneyd-i Bağdâdî tarafından sistemleştirilen “misak” nazariyesinde de ifade edildiği gibi, tekrar ona vuslatı arzulanır. Buna göre, bütün ruhlar “Bezm-i Elest”’te “Elestü bi Rabbiküm?” suâline “Belâ” cevabını vererek Allah’ı, Rab olarak tasdik etmişlerdir. Ancak, ruhların bedenlere girmesiyle sevgiliden ayrılık başlamış, Allah’tan uzak kalmanın acısı ve hüznü âşığı derinden etkilemiştir. Tasavvuf eğitiminin gayesi de bu ayrılığı ortadan kaldırarak insanın içindeki gurbet duygusunu gidermek ve ezeldeki saflığına ulaştırmak olmuştur.Tasavvuf, Rabbânî, ilahi bir ilaçtır. Onu Allahu Teâlâ indirmiştir. O ilacı önce Peygamberler içmiş, sonra ümmetlerine içirmişlerdir. Onu içen şifa bulur, içmeyenin kalbi kurur. Onu tatmayan bilmez, almayan gülmez, bulan başka şey istemez. O bir sırdır, ruhta saklıdır. Onu içinde saklayıp ehli olmayana açmayanlar haklıdır. Çünkü bugünün insanına hâkim olan, maddede sarhoş olmuş aklıdır. Bizim ilaç dediğimiz ve şifa bildiğimiz tasavvuf, dinimizde “ihsan” ve “ihlas”la anlatılan mânâ ile aynı şeydir. İhsan, Efendimizin (A.S.) tarif buyurduğu gibi; Allahu Teâlâ’ yı görüyormuş gibi ibadet etmek; Zât-ı Bâri tarafımızca görülmese bile, onun bizi gördüğünü yakinen bilmektir. (Buhari, Müslim) Bu hal, çok ciddi bir terbiyeden sonra elde edilecek bir devlettir. İhlas, kalbin Allah muhabbetiyle kaplanması ve insanın her işinde Yüce Rabbinin rızasını aramasıdır. İhlas, safi kalplere ikram edilen ilahi bir hediyedir. İşte her kalbin derdini dindirecek bu ilaç, muhabbetullahtır. Allah muhabbetinin her kalpte ayrı bir tadı, her gönülde değişik bir tecellisi vardır. Bütün kalpler, bu muhabbeti bir derece tadacak kabiliyettedir. Yani her insan, ister ve yolunca giderse ihsan sahibi olabilir. İhlası ele geçirip, sırf Allah için kulluk yapabilir. Tasavvuf, Kur’an ve Sünnette istenen takva hayatı ve ihsan hali olduğu için, biz kelimeye değil, manaya baktık ve “O’nu Allah gönderdi; önce Peygamberler tatbik etti, sonra bize emretti” ifadesini kullandık. Abdulkadir Geylânî tasavvuf ehli ile ilgili şunları söyler: -Çalışmakla, işitmekle öğrenilmeyen bu ilme nasıl kavuştun bana anlat, deyince, Rabia cevap verdi: - Satıp rızkımı temin etmek için birkaç yumak iplik getirmiştim. Bunları iki akçeye sattım. Akçelerin birini bu, ötekini de şu elime koydum. Korktum ki ikisini de üst üste bir elde tutarsam beni yoldan çıkarırlar (iki parayı üst üste koyan bu ilmin ne olduğunu sormamalı). Muhammed b. Fazl tasavvuf ile dünya hırsının bir arada olamayacağını ifade ederek şöyle söyler: ''Dünyasını arttırmaya çalışan bir mürîd gördün mü, bunu bedbahtlığının alâmeti olduğuna hükmet.'' Mürid kimdir, nasıldır? Mürîdleri arasında cevap veren olmayınca: Onun içinde savaş vardır, dışında ise sulh, der. Mümşad Dineverî; Mürîd, şu hususta edebe riayet etmelidir der: Şeyhlere devamlı surette hürmet, kardeşlere (ve ihvana) hizmet, sebeplere itimat etme halini terk ve şeriatın adabını muhafaza. Mümşad diyor ki: Şeyhlerimden birinin huzuruna girdiğim zaman, bana ait olan her şeyi (bilgiyi ve düşünceyi) terk eder, şeyhimin yüzünü görme ve sözünü dinleme sonucunda içime doğan feyiz ve bereketi beklerdim. Çünkü inanırdım ki, imtihan niyeti ile veya kendinde bir varlık görerek şeyhin huzuruna giren, onu görmekten, sohbetinde olmaktan ve sözünü dinlemekten hâsıl olan feyz ve bereketten mahrum kalır. KAYNAKÇA: |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
DÜNYÂ VE ÂHİRET - 16/12/2010 |
“Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur |